Neler, Neler Yapmadılar!..

6 oku altı direk haline getirdiler. Onunla apartmanlar yaptılar… Milleti düşünmediler!..
Gören gözler, duyan kulaklar; düşünen kafalar için XX. asır Türkiye’sinde bulunup da azap duymamanın imkânımı var! Bizi idare edenler şu yirmi beş yıl içinde neler neler yapmadılar?!.
Her ihtilâl ve inkılap, kendi dünya görüşünü; cemiyete ve insanlara bakışını, hareket ve faaliyet programını muayyen formüllerle ifade eder. Bizimkiler de kendi görüşlerini 6 okla ifade edilen altı prensipte toplamış bulunuyorlar. Biz bu yazımızda mezkûr prensiplerin hangi felsefi ve sosyal cereyanlardan ilham aldığını gösterecek, bu umdelerin fikri; felsefi kıymetleri, tatbik kabiliyetleri üzerinde duracak değiliz.
Biz daha ziyade bu umdelerin tatbik şekilleri, tatbikinden doğan neticeler üzerinde duracağız. Kısacası ameli, realist bir yol takip edeceğiz. Yani bizi idare edenler bu prensiplere dayanarak neler yapmışlardır.
Evvelâ 6 oktan en mühimi olan milliyetçiliği ele alalım;
Osmanlı İmparatorluğu yıkıldıktan sonra milliyetçilik, tarihi bir zaruret olarak kendisini göstermiştir. 1920 den beri, her ne yapılmışsa başında mutlaka bir “Millî” kelimesi vardır. “Millî misak”, “Millî Mücadele”, “Millet Meclisi”, “Millî Dil”, “Millî Edebiyat” v.s..
Hiç şüphesiz Anadolu’yu düşmanlara karşı müdafaa eden ruh, “misak-ı millî ruhu” dur. Millî mücadeleyi sınıf kavgalarıyla izaha yeltenen düşünce merkezleri, Moskova’ya bağlı körler bir tarafa, herkes bunu kabul eder. Fakat misak-ı millî ruhu nedir?
Yine hiç şüphesiz bu, ilhamını ruhçu bir âlem görüşünden alan, fedakârlığa ve mesuliyet hissine dayanan, öldükten sonra tekrar dirileceğine inanan – ezelden ve ebede akan şehit ve gazi Mehmetçiğin ruhu, Anadolu’da bin yıllık mazisi olan Müslüman – Türkün ruhudur. Bunu görmemek, bunu inkâr etmek hakkı arayanlar, hakkı sevenler için mümkün değildir.
Çünkü misak-ı millî ruhu halâ bu gün gönlümüzde, ruhumuzda; dilimizde yaşamaktadır. Fakat şurası da çok acı bir hakikattir ki, zafer kazanıldıktan, binlerce şehit vatan uğruna; din uğruna, hilâl ve istiklâl uğruna kara topraklara kefensiz gömüldükten, onun yüzü suyu hürmetine onun kanıyla bu topraklar kurtulduktan sonra bu ruha ihanet edilmiş büyük iman cephelerinin sesi susturulmuştur.
Paris sokaklarında yetişenler, hukuku beşer beyannamesini ezbere bilenler, laiklik ve inkılapçılık perdesi altında Anadolu halkının imanını, vicdanını, hak ve hukukunu pervasızca çiğnediler. Milliyetçiyiz dediler. Fakat millet denilen varlığın dayandığı bütün unsurları, ırkı- dini-tarihi inkâr ettiler. Kıtalar ve iklimlere hükmeden üç kıtada asırlarca dimdik duran ecdadımızı, şurada burada, halk evlerinde türlü kılıklara sokarak alenen tahkir ve tezlil ettiler. Bizi mazimizden, bizi kökümüzden, bizi bizden ayırdılar, «ileri fikir» «müsbet ilim» gibi kelimeleri ağızlarından düşürmeyen bu efendiler, her tabiî varlık gibi millet denilen varlığın tekâmülünün de bir yavaş yavaş bir iç tekevvününe bağlı bulunduğu ilmi hakikatini görmemezlikten geldiler. Milleti tepeden inme bir biri ardından gelen inkılaplarla perişan ettiler. Ne kadar çok yıktılarsa o kadar «yaptık» dediler. Ne kadar çok öldürdülerse o kadar “yarattık” dediler. Sözlerine «Lâ» ile başlayan münkirler, Allah yerine kendilerini ikame ettiler. Böylece bu XX. asır hayranları memlekete en geri zihniyetlerden biri olan putperestliği getirdiler.
Bu günün en medenî en mütekâmil milletleri hep geçmişlerini saya saya, mazilerini tetkik ede ede ilerlemişler; kökten sürmüşlerdir. Hâlbuki bunlar her şeyi inkâr ettiler. Eski nesille yeni nesil arasına nifaklar soktular. Babalarla çocukları bir birine düşman yaptılar. Dilimizi dahi bozdular. Kadınlara rasgele birden bire geniş hürriyetler verdiler. Böylece cemiyetin nüvesi olan aile müessisini ta kökünden sarstılar. Komünizmin gelişeceği zemini kendi elleriyle hazırladılar.
Onlar mazisinden bihaber, istikbâline karşı lâkayd, ailesiz, gailesiz yalnız kendilerini alkışlayan, kendilerine tapan bir gençlik yetiştirmek istediler. Ezel ve ebediyeti kucaklayan, diğergâmlığa, sevgiye; aşka, fedai nefse dayanan yüksek bir hayat felsefesi yerine, dar, mahdut; hodbin, muvakkat 24 saatlik bir dünya görüşü getirdiler.
Ruhların kaynaştığı, vicdanların tatmin bulduğu büyük iman merkezlerini kapattılar. Kanunlar çıkararak toplantıları yasak ettiler. Cemaatları dağıttılar. Bunun yerine iradelerin gevşediği, sevkitabiilerin işlediği yerler. Sinemalar, tiyatrolar; meyhaneler; randevu evleri, stadyumlar açtılar. Gençliğimizin galeyanını, heyecanını; aşkını bu bataklıklara akıttılar. Ruhumuzu söndürdüler. Bizi ölmeden evvel öldürdüler.
Bugün onların eseri, gözü gönlü; ıstırap ve sefaletler içinde çırpınan Anadolu’da, Ahmetlerin, Mehmetlerin, Ayşelerin, Fatmaların gözyaşlarında değil, sinemada, sinema perdelerinde, onların sahte pozlarında; makyajlı yüzlerinde, yalancı gözyaşlarında olan bir gençlik vardır. Çoğu tahsil çağında bulunan on binlerce genç, gece gündüz durmadan ve bıkmadan, vatan ve Millet için heyecanlanacakları, fikir münakaşaları yapacakları yerde kendilerinden geçercesine Galatasaray – Fenerbahçe münakaşası yapmaktadır. Ve yine on binlerce genç insan, yerleri gökleri titretircesine stadyumlarda “Gol!” diye bağırıyorlar. Bu yerleri gökleri titreten sonsuz enerji memba’ları, bu heyecan ve galeyanlar, bir mefkure üzerine teksif edilse alimallah yeri göğü zapt eder. Bu hep bir ağızdan “Gol!” diyen ses “Oll!” dese bu gün Türkiye bir cennet olurdu.
Ne yazıktır ki enerjilerimiz, heyecanlarımız bir topun arkasında yuvarlanıyor, kaldırımlarda tükeniyor, sinemalarda bitiyor.
Bizi idare edenler bu durumdan memnundurlar. Çünkü gençlik ciddi meseleler, memleket meseleleri üzerinde durursa rahatlarından mevkilerinden olabilirler. Bu İktidarsız iktidar düşkünlerinin her zaman her yerde başvurdukları usullerden biri de budur. Yani, ya gençliği böyle imansızlaştırıp onları boşluklara atmak, boş şeylerle meşgul etmek yahut da, onları «Size inanıyoruz size güveniyoruz» diye pofpoflayıp kendilerine bendetmek, icabında bu gençliğe mevkilerini muhafaza ve müdafaa için kanun üstü bir kuvvet olarak kullanmak.
Bizimkiler birincisinde tamamen, İkincisinde kısmen muvaffak olmuşlardır.
Fakat her şeye rağmen, onlar millete ve gençliğe kendilerini sevdirememişlerdir.
Her yerde ve her şeyde, gazetelerde; kitaplarda, nutuklarda kendilerini bir ilâh gibi takdim etmelerine rağmen mahallelere, caddelere, sokaklara kendi isimlerini vermelerine rağmen milletimizin ve gençliğimizin gönlünde yer alamamışlardır. Şöhretlerini sokaktan alan bu adamlar ne yaparlarsa yapsınlar yine sokakta kalmaya mecburdurlar. Sevilmenin şartı sevmektir.

Onlar halkı ve halk çocuklarını sevmediler. Onlar bir türlü dürüst ve samimi olmadılar. Kendi prensiplerini dahi istismar ettiler. 6 oku 6 direk haline getirdiler. Onunla apartmanlar kurdular. Milleti ve dertlerini unuttular.
Anadolu’nun varını yoğunu, göz nurunu, emeğini, Ankara’ya taşıdılar. Asfalt yollar, beton binalar yaptılar. Serveti ve sayi betonlaştırdılar öldürdüler. Milyarlarca lirayı bu kabiliyetsiz toprağa harcadılar. Nerede hak varsa nerede halk ve dert varsa oradan kaçtılar.
Ankara’da Altındağ denilen bir yer vardır. Şehrin nüfusunun yarısı oradadır. Bu insanlar en iptidai en geri köstebek yuvaları gibi, damları paslı tenekelerle örtülmüş, duvarlarında çayır çimen biten barakalarda otururlar. Suları yoktur su parası verirler, eklektikleri yoktur elektrik parası verirler. Süprüntücü semtlerine uğramaz süprüntü temizlik parası verirler. Yenişehir’de bir akasya ağacının yılık masrafı 146 liradır.
Hâlbuki Altındağ’da, bu kadar para bir sokağa bir mahalleye dahi sarf edilmez. Onların nazarında halkımızın bir ağaç, bir odun kadar kıymeti yoktur. Anadolu’muz baştan başa koskoca bir Altındağ’dır. Altındağ’ı, değil çamur, balçık; açlık dert ve ıstırap yatağıdır. Memlekette mesken buhranı vardır. Efendilerimiz burada milyonlarca lira harcayarak etrafı kaleler – kulelerle muhat binalar, şatolar; yaptırmaktadırlar. Memleketimizde gıda yiyecek buhranı vardır. Efendilerimiz burada, arkasında kırmızı ışıklar yanan otomobillerine binerek, ellerinde hususî doktorlarının verdiği iştah ilâcı reçetesi eczane eczane dolaşmaktadırlar.
Memlekette ahlâk buhranı vardır. Namuslu adamlar gittikçe azalmaktadır. Efendilerimiz, halâ kara kuvvetten bahsetmekteler, milletin isteğini yerine getirmiyorlar. Hayat alabildiğine pahalanmış yoksulluk, rezalet boğazımıza kadar çıkmıştır. Buna mukabil İstanbul-Ankara-İzmir gibi şehirlerimizde hususî otomobillerden geçilmiyor. Bir tarafta asansörle inip çıkan, otomobille dolaşan muayyen istismarcı bir zümre, diğer tarafa ayağına bir çarık bile alamayan milyonlarca insan…
Efendilerimiz millî korunma kanunu yapıyorlar. Fakat bu ancak arka sokaklarda tatbik olunuyor. Seyyar bir çerçi jilet bıçağını 5 kuruşa satacağına 6 kuruşa satmış. Hemen polis onun yakasına yapışır ve doğru mahkemeye. Bir saniyede telefonla 100.000 lira kazanıverenler, meşhur imzaları istismar ederek. Bir yerine bin alanlar kollarını sallaya sallaya gezmektedirler. Artık iş iyice çığırından çıkmış bulunuyor.
C.H.P. bu derde derman olmaktan çok uzaktır. Zira kendisi bizzat hallolması lâzım gelen bir derttir. Bu buhran ve hüsranları diğer partiler dahi önleyemeyeceklerdir. Mesele siyasî partiler meselesi olmaktan çıkmıştır. Büyük bir İçtimaî ıslahata, kökten bir değişikliğe ihtiyacımız var.
Millet bu bitmiş tükenmiş, yorulmuş; iman ve hareket kabiliyetini kaybetmiş insanlardan bir iş çıkmayacağına, şimdiden, hayale kapılmadan inanmalıdır. Onların derdi 25 yıldır oturdukları sandalyedir. Çıkardıkları seçim kanunu, geçim kanunundan çıkaracakları sağ ve sol neşriyata karşı rejimi koruma kanunu, sandalye koruma kanunundan başka bir şey değildir. Sağ diye sol diye bütün hakcı ve halkçı neşriyat susturulacak bunları yapanlar askeri mahkemelere verileceklerdir. Kendilerine sorarsanız onlar ne sağ ne soldurlar. İleridirler…
Sağ diye sol diye, bizden ol diye memleket gençliğini zindanlara atmak çürütmek istiyorlar.
Efendiler artık çok oluyorsunuz. Hakikaten ileri gidiyorsunuz!.. Artık sesinizi kesiniz, susunuz.
Bize benliğimizi, bize vatanımızı, bize, bizi iade ediniz. Biz ne Moskova, ne de Londra ağzıyla konuşanlarız. Bizim sesimiz hakkın ve halkın sesidir. Çeyrek asırdır susturulan milletimizin sesidir. Bin yıllık mazisi olan Anadolu’nun sesi, şehit ve gazi Mehmetçiğin sesidir.
Osman Yüksel SERDENGEÇTİ
Kaynak: Serdengeçti Dergisi, s.3-4, Cilt 2, Sayı 5, 1948, Sakarya Basımevi, Ankara